30 Mayıs 2013 Perşembe

sabahattin ali - içimizdeki şeytan



sabahattin ali okumayı severim. bu olumlu ön kabulle "içimizdeki şeytan" kitabını okumaya başladım. ama üzülerek söylemeliyim ki "içimizdeki şeytan" bir "kürk mantolu madonna" veya bir "kuyucaklı yusuf" değil.

sabahattin ali okumak, şüphesiz insana  değerli ve nitelikli bir metin okuyor hissi uyandırıyor. ne var ki bu romandaki hikaye kurgusunun beni tatmin etmediğini söyleyebilirim. daha iyi kurgulanmış, işlenmiş bir olay örgüsü beklerdim açıkçası. hikayenin kendisi dahil, kahramanlar arasındaki bazı diyaloglar olmamış izlenimi uyandırıyor. en azından sabahattin ali standartlarında değil. romanı okurken yer yer olmamış dediğim, gözüme batan, yerine oturmayan bazı şeyler olduğu hissine kapıldım. itiraf etmeliyim ki bu hisler azdan biraz daha fazlaydı.

"içimizdeki şeytan" 1940'lı yılların anlatıldığı bir roman. bir devlet kurumunda zoraki çalışan ömer ile konservatuvar öğrencisi macide arasında vuku bulan imkansız bir aşk hikayesidir anlatılan. ömer'in macide'ye arkadaşlık teklif ettiği ve özetle "seni seviyorum"  konuşması hem doğallığı hem de samimiyeti sebebiyle türk edebiyatına damga vuracak konuşmalardan birisidir. tekrar tekrar okunulası bir "sevgi" serenad'ıdır.  (gençlere bu kısmı okumadan görüşmelere gitmemeleri şiddetle tavsiye olunur s.80-81)

ömer, sabitesi olmayan, değişken bir karaktere sahiptir. buna karşılık macide ve ömer'e alternatif kurgulanan bedri karakteri oldukça ağırbaşlı, mantıklı kişilerdir. ömer ile macide evlenirler. ne var ki evlilikleri ancak üç ay sürecektir. zira ayrı dünyaların insanlarıdırlar. karakterleri birbirine zıt özelliktedir. aralarındaki tek bağ sevgidir. bu sevgi de maalesef karın doyurmamaktadır. netice olarak ömer, çareyi halen çok sevdiği karısını,  macide'nin liseden müzik hocası olan bedir'e bırakarak ortadan kaybolmakta bulur. ömer, karısını o kadar  çok sevmektedir ki onunla yaşayıp, onu mütemadiyen mutsuz etmek istememektedir. bunun için kendi sevgisini feda eder ve isterse bedir'in karısıyla evlenebileceğini bile söyler. romanın sonunda da macide ile bedir, ömer'in aradan çıkmasına adeta sevinmiş gibidirler ve evlenme planları kurarlar. romanın özellikle bu kısmını çok inandırıcı bulduğumu söyleyemem. hatta romanda beni en rahatsız eden yerlerden biri de bu kısım oldu. yazarın bu senaryosunun türkiye toplumundaki değerlerle, aile yapısıyla bağdaşabileceğini söylemek oldukça güç. yazarın bunu bilmiyor olması ve düşünmemiş olması da bence düşük bir ihtimal. sabahattin ali, roman değil de; kağıt üstünde bir piyes ve yapay diyaloglar yazmış gibidir. 

macide'nin, ilk olarak ömer'in daha sonra da bedir'in evlilik tekliflerini hiç düşünmeden, nazlanmadan kabul etmesinin bu romana özgün olduğunu ve beni okurken keyiflendirdiğini söyleyebilirim. ama bu davranışın inandırıcı ve gerçekçi olmadığını da teslim etmeliyim.

"içimizdeki şeytan" ikinci dünya savaşı öncesinde türkiye'deki aydınların, sanatçıların durumlarını betimlemesi açısından önemlidir. romanda ismi geçen şairler, yazarlar ve gazeteciler durmadan birbirlerinin arkasından konuşan, birbirilerinin kuyusunu kazan kişilerdir. sabahattin ali,  bu zevatı özellikle menfaatçi, düzenden yana yer alan, sığ kişiler olarak göstermeyi tercih etmiştir. roman yazıldığı dönemde çok tartışılmış, hatta romanda eleştirilen aydınlardan bazılarının necip fazıl ve nihal atsız olduğu bile söylenmiştir. romanda türkiye toplumundaki aydın ve sanatçı kesime sağlam eleştiriler vardır.

romana ismini veren "şeytan" bir leitmotif'tir. roman başkişisi ömer, kitap boyunca  başına gelen kötülüklerin, aksiliklerin, olumsuzlukların sebebi olarak şeytan'ı gösterir. romanın sonunda kendisiyle yüzleşme cesareti göstererek bunların şeytanın değil kendi suçu olduğunu itiraf eder. şeytandan bildiğimiz şeylerin aslında kendi tembelliğimizden ve cahilliğimizden olduğu tespitinde bulunur. bu sav'ını temellendirdiği paragraf aşağıdadır:

"isteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mes'ulünü bulmuştum: buna "içimdeki şeytan" diyordum.
müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. 
halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... "içimizdeki şeytan" pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... "içimizdeki şeytan" yok... içimizdeki aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.."

"içimizdeki şeytan" romanında sabahattin ali klasına yakışır tarzda kişisel- toplumsal tespitler, eleştiriler, yargılar ve aforizma niteliğinde sözler fazlasıyla mevcut. roman boyunca sabahattin ali'nin muhalif bakış açısını gözlemek mümkün. roman, barındırdığı teknik kusurlara ve yer yer inandırıcılık problemlerine rağmen "bir sabahattin ali romanı" markası taşımakta ve bu yüzden de okumaya değer niteliktedir.

24 Mayıs 2013 Cuma

ivan gonçarov - Oblomov


rus yazar gonçarov, "oblomov" kitabını 1800'lü yılların başında yazmış, kitap yazıldığı dönemde büyük ses getirmiştir. hatta bir söylentiye göre o dönem rusya'da "oblomov" okumayan kimse kalmamıştır. peki nedir gonçarov'un  başarılı bir şekilde anlattığı ve okuyan herkesin bam teline dokunan şey: tembellik !

yazar oblomov karakterini o dönem sovyet rusya'sının içinde bulunduğu durumu anlatmak için kurgulamıştır. oblomov'un karakteristik özellikleri; tembel olması, üzerinde sürekli bir atalet taşıması, yarının işini asla bugünden yapmaması hatta yarın geldiğinde de yapmaması, sürekli kafasında problem taşıması ama bu problemi çözmek için yerinden bile kıpırdamaması, mütemadiyen dünyanın zorluğundan ve kendi şanssızlığından yakınması ... bu özellikler uzatılabilir.

gonçarov'un oblomov'a alternatif olarak kurguladığı ve oyunu ondan yana kulladığı roman kişisi ise Ştolts'tur. Ştolts bir almandır. avrupalıdır. bütün avrupalılar hatta batılılar gibi çalışkan, hırslı, düzenli, disiplinli ve tez canlıdır.

yazar rusya-avrupa ve doğu-batı kıyaslamasında tarafını avrupa ve batı olarak seçmiştir. oblomov karakteri üzerinden sovyet rusya'yı, toprak sahiplerini, rusya'da modası geçmiş burjuvalığı, doğuştan soyluluğu kıyasıya eleştirmiştir. özet olarak söylemek gerekirse yazar oblomov üzerinden oblomovka'yı yani rusya'yı yerden yere vurmaktadır. bu yüzden yazıldığı dönemde büyük ilgi görmüş ve "oblomov" kitabı elden ele dolaşmıştır. Oblomov kitabı uyuşukluğa, hareketsizliği, tembelliğe ve atalete açılan bir savaş niteliğindedir.

kitap altı yüz sayfadan müteşekkil olmasına rağmen kitabı neredeyse üç dört oturumda okuduğumu söyleyebilirim. kitap çok akıcı. tercüme sabahattin eyyüboğlu'na ait. dil ve tercümeyi çok iyi bulduğumu söyleyebilirim.

kitabın beni çeken en güçlü tarafı, klasik olacak belki ama beni anlatması. ben de kendi çapımda bir oblomov olduğumu söyleyebilirim. üzülerek söylemeliyim ki bu tespiti yaparken kendime haksızlık da yapmış olmuyorum. sanırım kitabın bu kadar yıldır okunmasındaki en büyük etken de bu olsa gerek; bizi anlatması.

oblomov, rus bir toprak soylusunun oğludur. doğuştan zengindir. bu yüzden sürekli çalıştığı bir işi yoktur. hatta hiçbir işi yoktur. mütemadiyen evindeki kanepede uzanır vaziyettedir. çok zorunlu haller dışında da evinden hatta odasından çıkmamaktadır. içinde bulunduğu oda hem yatak odası, hem çalışma odası hemde konuk ağırlama odasıdır. oblomov soyluluğu gereği hiçbir zaman elbiselerini tek başına giymez, çorabını bile kendisi giymez, uşağına giydirir. oblomov, sabahları geç vakitte uyanır, yemek yer, yemekten sonra biraz dinlenmek için tekrar uyur. akşama doğru uyanır akşam yemeğini yer ve yemekten sonra da uyku vakti geldiği için uyur. oblomov,  sürekli kafasında planlar kurar, ama hiçbirini faaliyete geçiremez. doğan her günü bir milat olarak alıp her şeye yeniden başlamak ister ne yazık ki bunu başaramaz. problemleri sürekli kafasında taşır, ama çözmek için adım atacak mecali kendinde bulamaz. oblomov, babasından kalma üç yüz köylüsü olan oblomovka'nın da sahibidir. oblomovka'ya her yıl gitme planları kurar ama hiç gidemez. oblomovka'da işleri bir kahyaya devretmiştir. kahya, oblomov'u dolandırmaktadır. oblomov bunun farkındadır ama bunu kendisine bile itiraf edemez. zira eğer itiraf etse gereğini yapıp oblomovka'ya gitmesi gerektir. takdir edersiniz ki günlerini sabahtan akşama kadar yatmakla geçiren oblomov için bu oldukça zordur. oblomov işlerin günden güne  daha kötüye gittiğini bilmekte, bunu sürekli kafasında planlar yaparak çözmekte ama hiçbir zaman bunu somut adımlara dök(e)memektedir. oblomov aylardır oblomovka'ya bir mektup yazmak istemekte ama her gün bu yazma işini bir sonraki güne ertelemektedir. oblomov, sürekli şansızlığından, kadersizliğinden yakınır. zira oblomov'a göre bütün kötü işler sonunda gelip onu bulur. oblomov oldukça karamsardır; çünkü günlerce hiç çıkmadığı odasının hiç temizlenmeyen penceresinde bir karış toz vardır. en güneşli günde bile oblomov dışarısını bulutlu ve sisli görür.

ştolts oblomov'un çocukluk arkadaşıdır, ikisi iyi dostturlar. roman boyunca oblomov'u en zor durumlardan ştolts kurtarmıştır. ştolts otuzlu yaşlardaki oblomov'u bu sıkıcı yaşamında kurtarmak için genç güzel olga ile tanıştırır. olga sayesinde oblomov dışarı çıkmaya, insanlar arasına karışmaya başlar. sabahları erken uyanır, kahvaltıdan sonra kitap okur, gündemi, siyaseti takip etmeye başalar... oblomov olga ile yeniden hayata tutunur. olga' da gittikçe oblomov'a bağlanır. kır gezintileri yaparlar. olga, oblomov'a iyi gelmiştir. kendi aralarında ıufak bir nişan bile yaparlar. ne var ki oblomov'un kronik hastalıkları nükseder. ilişkileri boyunca nişan, evlilik ve çocuk düşünmekten kendini alamaz. bunların hepsi, hareket, uğraş, sorumluluk gerektiren ve en nihayetinde risk oluşturan eylemlerdir. oblomov'un doğasında ise bu saydıklarımız ne yazık ki yoktur. oblomov, işin ciddiye gittiğini görünce artık olga ile vakit geçirmekten korkar hale gelir, çağırdığı yemeklere gitmemeye başlar ve en son olga ile yüzleşme cesareti bile bulamayarak olga'ya bir mektup yazar. ayrılmak istediğini haber verir. mektupta olga'nın kendisi ile evlendiği takdirde mutlu olamayacağını, oblomov'un böyle olduğunu, kendini değiştirmesinin zor olduğunu falan söyler. mektubun sonunda da başkası ile evlenmesi durumunda en çok sevinen kişinin yine kendisi yani oblomov olacağını yazar. kısacası oblomov, birini sevmeye, bağlanmaya, evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya cesaret edemez. çünkü oblomov kendisinin düzelebileceğini düşünmemektedir. dolayısıyla başkasının sorumluluğunu da almak istememektedir.

olga ilk başlarda oblomov'u bu atalatten kurtrmak üzere oblomov'la vakit geçirmektedir. sonradan kendini kaptırır ve oblomav'a tutulur. oblomov'un olga'dan ayrılma sayfalarını okurken, olga'nın düştüğü içler acısı durum ve oblomov'a herşeyi beraber düzeltebileceklerini söyleyerek yalvarması, ağlaması, oblomov'dan kendisine ve aşklarına bir şans istemesi itiraf edeyim ki gözlerimin dolmasına neden olmuştur. (ah oblomov ahh.. ne yaptın be çocuk...)

son olarak; oblomov'un en belirgin  ve çok benzeştiğim bir özelliği de, bir iş yapacaksa eğer asla hemen harekete geçmemesi ve iş üzerinde etraflıca düşünmek istemesidir (tıpkı ben) ama ne var ki bu düşüncelerini sonlandırmayı ve harekete geçmeyi bir türlü becerememektedir.

rus yazar gonçarov, zor olan bir şeyi -insanı- anlatmayı ustalıkla başarmış ve  yazdığı bu romanla edebiyat literatürüne geçmiştir. gonçarov, insanlığa "oblomov" ve "oblomovluk" gibi harika iki terim kazandırmıştır.
"oblomov" kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.