30 Mayıs 2013 Perşembe

sabahattin ali - içimizdeki şeytan



sabahattin ali okumayı severim. bu olumlu ön kabulle "içimizdeki şeytan" kitabını okumaya başladım. ama üzülerek söylemeliyim ki "içimizdeki şeytan" bir "kürk mantolu madonna" veya bir "kuyucaklı yusuf" değil.

sabahattin ali okumak, şüphesiz insana  değerli ve nitelikli bir metin okuyor hissi uyandırıyor. ne var ki bu romandaki hikaye kurgusunun beni tatmin etmediğini söyleyebilirim. daha iyi kurgulanmış, işlenmiş bir olay örgüsü beklerdim açıkçası. hikayenin kendisi dahil, kahramanlar arasındaki bazı diyaloglar olmamış izlenimi uyandırıyor. en azından sabahattin ali standartlarında değil. romanı okurken yer yer olmamış dediğim, gözüme batan, yerine oturmayan bazı şeyler olduğu hissine kapıldım. itiraf etmeliyim ki bu hisler azdan biraz daha fazlaydı.

"içimizdeki şeytan" 1940'lı yılların anlatıldığı bir roman. bir devlet kurumunda zoraki çalışan ömer ile konservatuvar öğrencisi macide arasında vuku bulan imkansız bir aşk hikayesidir anlatılan. ömer'in macide'ye arkadaşlık teklif ettiği ve özetle "seni seviyorum"  konuşması hem doğallığı hem de samimiyeti sebebiyle türk edebiyatına damga vuracak konuşmalardan birisidir. tekrar tekrar okunulası bir "sevgi" serenad'ıdır.  (gençlere bu kısmı okumadan görüşmelere gitmemeleri şiddetle tavsiye olunur s.80-81)

ömer, sabitesi olmayan, değişken bir karaktere sahiptir. buna karşılık macide ve ömer'e alternatif kurgulanan bedri karakteri oldukça ağırbaşlı, mantıklı kişilerdir. ömer ile macide evlenirler. ne var ki evlilikleri ancak üç ay sürecektir. zira ayrı dünyaların insanlarıdırlar. karakterleri birbirine zıt özelliktedir. aralarındaki tek bağ sevgidir. bu sevgi de maalesef karın doyurmamaktadır. netice olarak ömer, çareyi halen çok sevdiği karısını,  macide'nin liseden müzik hocası olan bedir'e bırakarak ortadan kaybolmakta bulur. ömer, karısını o kadar  çok sevmektedir ki onunla yaşayıp, onu mütemadiyen mutsuz etmek istememektedir. bunun için kendi sevgisini feda eder ve isterse bedir'in karısıyla evlenebileceğini bile söyler. romanın sonunda da macide ile bedir, ömer'in aradan çıkmasına adeta sevinmiş gibidirler ve evlenme planları kurarlar. romanın özellikle bu kısmını çok inandırıcı bulduğumu söyleyemem. hatta romanda beni en rahatsız eden yerlerden biri de bu kısım oldu. yazarın bu senaryosunun türkiye toplumundaki değerlerle, aile yapısıyla bağdaşabileceğini söylemek oldukça güç. yazarın bunu bilmiyor olması ve düşünmemiş olması da bence düşük bir ihtimal. sabahattin ali, roman değil de; kağıt üstünde bir piyes ve yapay diyaloglar yazmış gibidir. 

macide'nin, ilk olarak ömer'in daha sonra da bedir'in evlilik tekliflerini hiç düşünmeden, nazlanmadan kabul etmesinin bu romana özgün olduğunu ve beni okurken keyiflendirdiğini söyleyebilirim. ama bu davranışın inandırıcı ve gerçekçi olmadığını da teslim etmeliyim.

"içimizdeki şeytan" ikinci dünya savaşı öncesinde türkiye'deki aydınların, sanatçıların durumlarını betimlemesi açısından önemlidir. romanda ismi geçen şairler, yazarlar ve gazeteciler durmadan birbirlerinin arkasından konuşan, birbirilerinin kuyusunu kazan kişilerdir. sabahattin ali,  bu zevatı özellikle menfaatçi, düzenden yana yer alan, sığ kişiler olarak göstermeyi tercih etmiştir. roman yazıldığı dönemde çok tartışılmış, hatta romanda eleştirilen aydınlardan bazılarının necip fazıl ve nihal atsız olduğu bile söylenmiştir. romanda türkiye toplumundaki aydın ve sanatçı kesime sağlam eleştiriler vardır.

romana ismini veren "şeytan" bir leitmotif'tir. roman başkişisi ömer, kitap boyunca  başına gelen kötülüklerin, aksiliklerin, olumsuzlukların sebebi olarak şeytan'ı gösterir. romanın sonunda kendisiyle yüzleşme cesareti göstererek bunların şeytanın değil kendi suçu olduğunu itiraf eder. şeytandan bildiğimiz şeylerin aslında kendi tembelliğimizden ve cahilliğimizden olduğu tespitinde bulunur. bu sav'ını temellendirdiği paragraf aşağıdadır:

"isteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mes'ulünü bulmuştum: buna "içimdeki şeytan" diyordum.
müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. 
halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... "içimizdeki şeytan" pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... "içimizdeki şeytan" yok... içimizdeki aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.."

"içimizdeki şeytan" romanında sabahattin ali klasına yakışır tarzda kişisel- toplumsal tespitler, eleştiriler, yargılar ve aforizma niteliğinde sözler fazlasıyla mevcut. roman boyunca sabahattin ali'nin muhalif bakış açısını gözlemek mümkün. roman, barındırdığı teknik kusurlara ve yer yer inandırıcılık problemlerine rağmen "bir sabahattin ali romanı" markası taşımakta ve bu yüzden de okumaya değer niteliktedir.

24 Mayıs 2013 Cuma

ivan gonçarov - Oblomov


rus yazar gonçarov, "oblomov" kitabını 1800'lü yılların başında yazmış, kitap yazıldığı dönemde büyük ses getirmiştir. hatta bir söylentiye göre o dönem rusya'da "oblomov" okumayan kimse kalmamıştır. peki nedir gonçarov'un  başarılı bir şekilde anlattığı ve okuyan herkesin bam teline dokunan şey: tembellik !

yazar oblomov karakterini o dönem sovyet rusya'sının içinde bulunduğu durumu anlatmak için kurgulamıştır. oblomov'un karakteristik özellikleri; tembel olması, üzerinde sürekli bir atalet taşıması, yarının işini asla bugünden yapmaması hatta yarın geldiğinde de yapmaması, sürekli kafasında problem taşıması ama bu problemi çözmek için yerinden bile kıpırdamaması, mütemadiyen dünyanın zorluğundan ve kendi şanssızlığından yakınması ... bu özellikler uzatılabilir.

gonçarov'un oblomov'a alternatif olarak kurguladığı ve oyunu ondan yana kulladığı roman kişisi ise Ştolts'tur. Ştolts bir almandır. avrupalıdır. bütün avrupalılar hatta batılılar gibi çalışkan, hırslı, düzenli, disiplinli ve tez canlıdır.

yazar rusya-avrupa ve doğu-batı kıyaslamasında tarafını avrupa ve batı olarak seçmiştir. oblomov karakteri üzerinden sovyet rusya'yı, toprak sahiplerini, rusya'da modası geçmiş burjuvalığı, doğuştan soyluluğu kıyasıya eleştirmiştir. özet olarak söylemek gerekirse yazar oblomov üzerinden oblomovka'yı yani rusya'yı yerden yere vurmaktadır. bu yüzden yazıldığı dönemde büyük ilgi görmüş ve "oblomov" kitabı elden ele dolaşmıştır. Oblomov kitabı uyuşukluğa, hareketsizliği, tembelliğe ve atalete açılan bir savaş niteliğindedir.

kitap altı yüz sayfadan müteşekkil olmasına rağmen kitabı neredeyse üç dört oturumda okuduğumu söyleyebilirim. kitap çok akıcı. tercüme sabahattin eyyüboğlu'na ait. dil ve tercümeyi çok iyi bulduğumu söyleyebilirim.

kitabın beni çeken en güçlü tarafı, klasik olacak belki ama beni anlatması. ben de kendi çapımda bir oblomov olduğumu söyleyebilirim. üzülerek söylemeliyim ki bu tespiti yaparken kendime haksızlık da yapmış olmuyorum. sanırım kitabın bu kadar yıldır okunmasındaki en büyük etken de bu olsa gerek; bizi anlatması.

oblomov, rus bir toprak soylusunun oğludur. doğuştan zengindir. bu yüzden sürekli çalıştığı bir işi yoktur. hatta hiçbir işi yoktur. mütemadiyen evindeki kanepede uzanır vaziyettedir. çok zorunlu haller dışında da evinden hatta odasından çıkmamaktadır. içinde bulunduğu oda hem yatak odası, hem çalışma odası hemde konuk ağırlama odasıdır. oblomov soyluluğu gereği hiçbir zaman elbiselerini tek başına giymez, çorabını bile kendisi giymez, uşağına giydirir. oblomov, sabahları geç vakitte uyanır, yemek yer, yemekten sonra biraz dinlenmek için tekrar uyur. akşama doğru uyanır akşam yemeğini yer ve yemekten sonra da uyku vakti geldiği için uyur. oblomov,  sürekli kafasında planlar kurar, ama hiçbirini faaliyete geçiremez. doğan her günü bir milat olarak alıp her şeye yeniden başlamak ister ne yazık ki bunu başaramaz. problemleri sürekli kafasında taşır, ama çözmek için adım atacak mecali kendinde bulamaz. oblomov, babasından kalma üç yüz köylüsü olan oblomovka'nın da sahibidir. oblomovka'ya her yıl gitme planları kurar ama hiç gidemez. oblomovka'da işleri bir kahyaya devretmiştir. kahya, oblomov'u dolandırmaktadır. oblomov bunun farkındadır ama bunu kendisine bile itiraf edemez. zira eğer itiraf etse gereğini yapıp oblomovka'ya gitmesi gerektir. takdir edersiniz ki günlerini sabahtan akşama kadar yatmakla geçiren oblomov için bu oldukça zordur. oblomov işlerin günden güne  daha kötüye gittiğini bilmekte, bunu sürekli kafasında planlar yaparak çözmekte ama hiçbir zaman bunu somut adımlara dök(e)memektedir. oblomov aylardır oblomovka'ya bir mektup yazmak istemekte ama her gün bu yazma işini bir sonraki güne ertelemektedir. oblomov, sürekli şansızlığından, kadersizliğinden yakınır. zira oblomov'a göre bütün kötü işler sonunda gelip onu bulur. oblomov oldukça karamsardır; çünkü günlerce hiç çıkmadığı odasının hiç temizlenmeyen penceresinde bir karış toz vardır. en güneşli günde bile oblomov dışarısını bulutlu ve sisli görür.

ştolts oblomov'un çocukluk arkadaşıdır, ikisi iyi dostturlar. roman boyunca oblomov'u en zor durumlardan ştolts kurtarmıştır. ştolts otuzlu yaşlardaki oblomov'u bu sıkıcı yaşamında kurtarmak için genç güzel olga ile tanıştırır. olga sayesinde oblomov dışarı çıkmaya, insanlar arasına karışmaya başlar. sabahları erken uyanır, kahvaltıdan sonra kitap okur, gündemi, siyaseti takip etmeye başalar... oblomov olga ile yeniden hayata tutunur. olga' da gittikçe oblomov'a bağlanır. kır gezintileri yaparlar. olga, oblomov'a iyi gelmiştir. kendi aralarında ıufak bir nişan bile yaparlar. ne var ki oblomov'un kronik hastalıkları nükseder. ilişkileri boyunca nişan, evlilik ve çocuk düşünmekten kendini alamaz. bunların hepsi, hareket, uğraş, sorumluluk gerektiren ve en nihayetinde risk oluşturan eylemlerdir. oblomov'un doğasında ise bu saydıklarımız ne yazık ki yoktur. oblomov, işin ciddiye gittiğini görünce artık olga ile vakit geçirmekten korkar hale gelir, çağırdığı yemeklere gitmemeye başlar ve en son olga ile yüzleşme cesareti bile bulamayarak olga'ya bir mektup yazar. ayrılmak istediğini haber verir. mektupta olga'nın kendisi ile evlendiği takdirde mutlu olamayacağını, oblomov'un böyle olduğunu, kendini değiştirmesinin zor olduğunu falan söyler. mektubun sonunda da başkası ile evlenmesi durumunda en çok sevinen kişinin yine kendisi yani oblomov olacağını yazar. kısacası oblomov, birini sevmeye, bağlanmaya, evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya cesaret edemez. çünkü oblomov kendisinin düzelebileceğini düşünmemektedir. dolayısıyla başkasının sorumluluğunu da almak istememektedir.

olga ilk başlarda oblomov'u bu atalatten kurtrmak üzere oblomov'la vakit geçirmektedir. sonradan kendini kaptırır ve oblomav'a tutulur. oblomov'un olga'dan ayrılma sayfalarını okurken, olga'nın düştüğü içler acısı durum ve oblomov'a herşeyi beraber düzeltebileceklerini söyleyerek yalvarması, ağlaması, oblomov'dan kendisine ve aşklarına bir şans istemesi itiraf edeyim ki gözlerimin dolmasına neden olmuştur. (ah oblomov ahh.. ne yaptın be çocuk...)

son olarak; oblomov'un en belirgin  ve çok benzeştiğim bir özelliği de, bir iş yapacaksa eğer asla hemen harekete geçmemesi ve iş üzerinde etraflıca düşünmek istemesidir (tıpkı ben) ama ne var ki bu düşüncelerini sonlandırmayı ve harekete geçmeyi bir türlü becerememektedir.

rus yazar gonçarov, zor olan bir şeyi -insanı- anlatmayı ustalıkla başarmış ve  yazdığı bu romanla edebiyat literatürüne geçmiştir. gonçarov, insanlığa "oblomov" ve "oblomovluk" gibi harika iki terim kazandırmıştır.
"oblomov" kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.


9 Nisan 2013 Salı

rasim özdenören - gül yetiştiren adam



rasim özdenören'in en bilinen eserlerinden biridir "gül yetiştiren adam". roman boyunca iki paralel anlatım söz konusudur. bunlar aynı zamanda birbirine taban tabana zıt dünyaların da anlatımıdır.

ilk hikayede modern hayatlar mevzu bahistir. metropol hayatı, kentteki yüzeysel, kokuşmuş, samimiyetsiz ilişkiler, gayr-ı meşru ilişkilerdir anlatılan. modern zaman mutsuz insanlarının hikayeleri ön plandadır. geleneğinden kopmuş, batıyı taklit eden, konuşmasını yabancı kelimelerle süslemeye çalışan insanlar vardır bu hikayede. bu insanlar sosyetede yaşarlar. erkeklerin ve kadınların eşlerinden başka olarak, yedekte tuttukları sevgilileri vardır, eşleri de bundan haberdardırlar ama söylemezler. hikayenin anlatıcısı ile sitare adlı kişi arasında bir gayr-ı meşru ilişki vardır. hikayenin sonunda sitare intihar eder. sitare'nin intihar etmesi, yaşadığı hayatın, çevresinin kendini artık tatmin etmemesi ve sitare'nin kendini sürekli mutsuz hissetmesi nedeniyledir. sitare, ruhen boşlukta gezmektedir. çare olarak da intiharı seçmiştir. ilk hikayeyi modern yaşam- kent- tüketim- tatminsizlik- samimiyetsiz ilişkiler- inanma ihtiyacı ve nihayetinde de çözüm: intihar şeklinde özetleyebiliriz.

ikinci ve kitaba ismini veren asıl hikaye ise "gül yetiştiren adam"ın hikayesidir. kahramanımız kurtuluş savaşından sonra dindar, inançlı  arkadaşlarının rejim tarafından asıldığına şahit olmuş ve buna tepki olarak da evine kapanmış ve kendini gül yetiştirmeye adamıştır. romanda geçen "gül" bir metafordur. rejimin yok etmeye çalıştığı fikirler, inançlar "gül" metaforuyla diriltilmeye çalışılır. ihtiyar adam kendini kapattığı evinde 50 yıl boyunca vaktini ibadetle, okumayla ve zikirle geçirmektedir. bu süre zarfında neredeyse sayılı kişilerle görüşür. bahçesinde güzel kokusu her tarafa yayılan güller yetiştirir. bilindiği gibi edebiyatımızda "gül" peygamber efendimiz'i simgeler. "gül" kurtuluştur, huzurdur, mutluluktur.  ihtiyar adam  kurtuluş savaşı sonrası kurulan devletle, rejimle, diktayla gül yetiştirerek mücadele etmekte ve tek başına onurlu bir duruş sergilemektedir. "gül yetiştirme" işini ihtiyar adamın kendini yetiştirmesi, kendini çürümeden, bozulmadan koruması, zorla modernleştirilmeye ve sekülerleştirilmeye çalışılan sosyal hayatta ayakta kalma mücadelesi olarak da okuyabiliriz.

gül yetiştiren adam, bir gün torunun isteğini kıramayarak 50 yıldır kendini kapattığı evinden çıkarak torunuyla sabah namazını kılmak için camiye gider. ne var ki uğruna bu kadar mücadele verdiği, bir çok arkadaşını uğruna dar ağacına gönderdiği fötr şapkanın camideki birinin başında olduğunu görür, çılgına döner. orada bulunanlara nutuk çeker ve der ki: kardeşlerim! siz dış görünüşünüzle nasrani'lere benziyorsunuz, hıristiyanlar gibi giyiniyorsunuz. dışardan bakan bir kimse sizin müslüman olduğunuzu anlayamaz. dışı kafir olan birinin zamanla içi de kafir olur. siz ne giyerseniz o olursunuz. kimlere benzemeye çalışırsanız onlar gibi olursunuz !

gül yetiştiren adam kendisiyle bir iç muhasebeye de girişir. bu güne kadar kendini toplumdan soyutlamış olarak yaşaması ona ve topluma ne kazandırmıştır ? bunu yapmakla bir savaş(ım) mı vermiştir? yoksa savaştan mı  kaçmıştır? aktif iyi olmak varken pasif iyilik ne kadar iyidir ?...

rasim özdenören'in cumhuriyet dönemi iktidarının muhafazakar insanlara yaşattığı sıkıntılara, zulümlere yazın alanında bir haşiye düşmek amacıyla yazdığı "gül yetiştiren adam" romanı halen islami camiada büyük bir teveccühle okunmaktadır.

18 Mart 2013 Pazartesi

oğuz atay- korkuyu beklerken


korkuyu beklerken, romancı özelliğiyle tanınan oğuz atay'ın sekiz hikayeden oluşan öykü kitabıdır. daha önce atay'ın tutunamayanlar'ını, tehlikeli oyunlar'ını ve bir bilim adamının romanı'nı okumuştum. uzun süredir romanda harikalar yaratan oğuz atay'ın hikayede neler yapabileceğini merak ediyordum doğrusu. kitabı elime alırken bu heyecan ve merakla okumaya başladım.

oğuz atay, roman türünde olduğu gibi hikaye türünde de oldukça başarılı. bana göre atay'ın hikayeciliği özgün ve kendine has. romanda olduğu gibi öykülerinde de şahıs kadrosunun tipolojisi benzerlikler gösterir. bu kahramanlar; gerçi bunlar kahraman sayılmazlar. bunlar tam tersi kaybedenler ve tutunamayanlar'dır. hayatla sorunları olan, başarısız ve toplumla çatışma halinde olan kişilerin hikayelerini anlatır, atay. bu yönüyle atay'ın hikayeleri romanıyla benzer özellikler taşır. hikayeleri okurken; bunları ancak oğuz atay yazardı diyorsunuz zaten.

hikayelerinden kısaca bahsedecek olursak;
beyaz mantolu adam hikayesi isim olarak hepimize "kürk mantolu madonna"yı anımsatır. sabahattin ali, kürk mantolu madonna'yı 1943'te yazmıştır, oğuz atay ise 1975' te. dolayısıyla atay'ın esinlenme, atıf veya göndermede bulunmuş olma ihtimali var. beyaz mantolu adam hikayesinde, toplum tarafından hiç anlaşıl(a)mayan bir adamın hikayesi anlatılır. hikaye boyunca adam hiç konuşmaz. konuşabildiğinden bile emin değilizdir. topluma yabancılaşma ve toplum tarafından ötekileştirilme hikayenin kıssadan hisselerindendir.

unutulan hikayesinde, tavan arasında eski eşyalarını kurcalarken, eski sevgilisinin cesedini bulan bir kadının hikayesi anlatılır. hikaye oldukça orijinal olduğu gibi, bir o kadar da psikanalitik okumalara açık bir hikayedir.

kitaba ismini veren korkuyu beklerken, gizli bir tarikat tarafından mektupla evden çıkmaması için tehdit edilen bir adamın kendini eve kapatma hikayesidir. mektupta eğer evden çıkarsa adamın öldürüleceği yazmaktadır.

bir mektup hikayesinde, emrinde çalıştığı patronuna, amirine mektup yazan bir adamın hikayesi anlatılır. mektup gel-gitleri olan ve oldukça samimi bir dille yazılmış bir mektuptur.

ne evet ne hayır, sevdiği kıza çıkma teklif eden bir adamın mütemadiyen aldığı "ne evet ne hayır"cevabının hikayesidir. adamımız bu cevaplar karşısında yılmamakta  ve  teklifinde ısrar etmektedir.

tahta at, truva atından esinlenen tahta at heykelinin şehre dikilecek olması ve bundan rahatsızlık duyan bir adam ve avanesinin truva atına olan suikast saldırları hikaye edilmektedir. hikaye okuyucunun tahminde zorlanacağı sürpriz bir sonla bitmektedir.

babama mektup, türk hikayeciliğinde gelecek yıllarda önemli bir teşkil edecek bir hikayedir. babasının ölümü sonrasında babasına samimi itiraflardan oluşan bir mektup yazan oğulun hikayesidir. sanırım aynı zamanda oğuz atay'ın babasına olan mektubudur. zira, mektupta anlatılan babanın hayat hikayesiyle atay'ın babasının hayatları büyük bir benzerlik gösterir. böyle olması hikayeyi daha da değerli kılmaktadır. hikaye atay'ın babasıyla olan hesaplaşması şeklinde de okunabilir.

demiryolu hikayecileri- bir rüya, geçimlerini demiryolu istasyonunda duran trenlerdeki yolculara yazdıkları günlük hikayelerden kazanan demiryolu hikayecilerinin  hikayesidir. atay'ın diğer hikayelerinde olduğu gibi bu hikayede de fikir oldukça orijinaldir. bu istasyondaki demiryolu hikayecilerinin hikayelerinin eskimemesi yani üzerlerinden gün geçmemesi oldukça önemlidir.

oğuz atay romanda olduğu gibi hikayede de oldukça iddialı. hikayeleri nev'i şahsına münhasır. atay'ın hikaye türünde başka ürün vermemesi ise bizim okur olarak şanssızlığımız olsa gerek.


2 Şubat 2013 Cumartesi

abdulhak şinasi hisar- ali nizami bey'in alafrangalığı ve şeyhliği



abdulhak şinasi hisar, bir röportajında "ali nizami bey'in alafrangalığı ve şeyhliği" romanını kısa bir zaman diliminde yoğunlaşarak değil de belki 16 sene boyunca aralıklarla ve aklına geldikçe yazdığını söyler.

bu roman, hisar'ın toplamda yazdığı üç romandan sonuncusudur. önceki romanlarına benzer ve farklı tarafları vardır. benzer yönleri olarak; bu roman da bir portresi denemesidir. ali nizami bey portresi. bu romanın anlatıcısı da yazardır ve bu romanda da yazar çocukluk hatıralarını kaleme almaktadır. önceki romanlarından farklı yönleri olarak; kurgusu sayılabilir. ilk iki roman çok sayıda pasajlardan oluşmasına rağmen, bu roman sadece iki bölümden oluşmaktadır.

ilk bölümde ali nizami bey'in alafrangalığı konu edilmektedir. ikinci bölüm de ise tahmin edileceği gibi ali nizami bey'in şeyhliği anlatılmaktadır.

döneminin tipik bir alafrangası olan ali nizami beyin merakları ve ilgi alanları olarak; kumar merakı, resim merakı, çiçek merakı,  kuş ve av merakı, balık avı merakı, alafranga musikisi merakı, at merakı, araba merakı, kadın merakı , giyim kuşam merakı ve övünmek merakı zikredilebilir. ali nizami bey, hayat canlısı, her anından zevk alan, kendini seven, beğenen biridir. cömerttir, parasının hesabını tutmaz. çapkındır, iki çocukları olmasına rağmen karısından bu yüzden ayrılır. (hisar'ın roman karakterlerinin ortak özelliklerinden birisi de eşlerinden ayrılmış olmalarıdır) ali nizami bey, çok varlıklı ve mesut bir hayat yaşamasına rağmen işleri ters gitmeye başlar. bütün mal varlığını, köşklerini, dükkanlarını ve arazilerini satmak zorunda kalır. 

ali nizami bey, artık her şeyini kaybetmiştir. çamlıca'da camları kırık, damı dökük bir bektaşi tekkesi açmış ve "bektaşi babası" olmuştur. sokaklarda üzerindeki kendinden büyük cüppesi ve ayağındaki lastik mest ayakkabısıyla gezmektedir. ne yazık ki açmış olduğu bu bektaşi tekkesinin tek müdavimi vardır; konaktaki kahyası hüseyin ağa. ali nizami bey, yoksulluk ve sefalet halinde girdiği bu ömrünün ikinci yarısında halinden gayet memnundur. mutluluğu ve huzuru bulduğunu söylemektedir. sırtındaki dünya yükünden tamamen kurtulmuştur, artık eşyanın ve paranın esiri değildir. 

ali nizami bey'in ömrünün son zamanlarında yolda, vapurda etrafındakilere, yüksek sesle bektaşi ilahileri, tasavvuf şiirleri okuduğu görülmüş. ta ki bir süre sonra kafayı iyice sıyırıp tımarhaneye kaldırılmıştır. abdulhak şinasi hisar da romanı bu şekilde nihayete erdirmiştir.

"ali nizami bey'in alafrangalığı ve şeyhliği" bir bütün olarak değerlendirildiğinde roman olarak nitelendirilmeyebilir. gerekçe olarak da; olay kurgusunun hareketsiz oluşu, çatışma unsurlarından yoksun oluşu, yazarı tarafından roman olarak kurgulanmamış oluşu, kahramanın zamansız ve keskin bir şekilde delirişi ve ölüşü, hikayenin birden kesilmesi, gibi nedenler sayılabilir.

"ali nizami bey'in alafrangalığı ve şeyhliği" abdulhak şinasi hisar'ın yazmış olduğu son romanıdır. hisar, bundan sonra roman yazmayı bırakmış, bunun yerine biyografiler, denemeler, antolojiler ve monografik yazılar keleme almayı tercih etmiştir.

abdulhak şinasi hisar- çamlıca'daki eniştemiz


abdulhak şinasi hisar, ilk romanı olan "fahim bey ve biz"i 1941 yılında, ikinci romanı olan "çamlıca'daki eniştemiz"i  ise bir yıl sonra yani 1942 yılında yazmıştır. hisar'ın yazdıklarını roman olarak görmediğini, hatıralarını hikaye şeklinde yazdığını söylediğini önceki yazımızda dile getirmiştik.

çamlıca'daki eniştemiz romanında, hacı vamık bey bir portre olarak çizilmek istenmektedir. hacı vamık bey, yazar anlatıcımızın çamlıca'daki eniştesidir. hisar'ın her üç romanında da anlatıcı yazardır ve yazar da çocukluk yıllarındaki gözlemleri ekseninde hikayesini aktarmaktadır. dolayısıyla hisar'ın; ben aslında hatıralarımı hikayeleştiriyorum demesi anlamlıdır.

çamlıca'daki eniştemiz romanı, teknik özellikler bakımından tam olarak roman sayılmayabilir. kitap 27 bölümden oluşturulmuştur. bölüm başlıklarından bazıları olarak; eniştemizin korkuları, deli eniştemiz ve yemekler, eniştemiz ve arabistan, eski çamlıca, beyoğlu gecelerimiz, çamlıca'da günler geceler, sayılabilir. kitap bir bütün olarak roman gibi okunmaya da, birbirinden bağımsız pasajlar olarak da okunmaya müsaittir. abdulhak şinasi hisar, uzun cümleler kurmaya bayılır.  sıralı uzun cümleleri birbirilerine "ve" bağlaçlarıyla hiç yüksünmeden, çekinmeden bağlar. hisar, sözünün bittiğini gösteren nokta işaretini ancak 16 satırdan sonra aklına getirir. 

hacı vamık bey, etrafında "deli" diye anılmaktadır. yazar da "deli eniştemiz" demektedir. romanın ilk bölümü  de deliliğe ayrılmıştır. bu bölümde deliliğin vasıfları ve delilik felsefesi yapılmaktadır. çamlıca'daki eniştenin deliliği ise; tez canlı olmasından, çocuk heyecanı taşımasından, yerinde duramamasından, ağırbaşlı olmamasından, çabuk hiddetlenmesinden, en ufak şeylerden mutlu olmasından ve bir sürü batıl inanca (hurafeye) sahip olmasından kaynaklanmaktadır. deli enişte, cinlere, uğura- uğursuzluğa, berekete- bereketsizliğe, adak adamaya, perilere, falcılara ve fal baktırmaya inanır.

deli eniştemız hacı vamık bey de "fahim bey ve biz" romanındaki fahim bey gibi toplum tarafından hor görülmekte ve anlalşıl(a)maktadır. yalnız aralarında bir fark vardır. fahim bey, olumlu özelliklerinin ön planda olduğu bir hülya, düşünce adamıdır. hacı vamık bey ise öyle değildir. olumsuz özellikleri daha fazladır. çıkarcıdır, ancak babasının mirasıyla ve devlet kapısında kendisine kefil olmasıyla hayatını idame ettirebilir. arabistan'a devlet göreviyle birkaç kez gitmesinden kaynaklı olarak konuşmasında arapça kelimeler, atasözleri, söyleyişler kullanmaktan özellikle zevk alır. köşkünde tespihlerden, arapça kur'an el yazmalarından, rahlelerden, kandillerden müteşşekil bir özel odası vardır. başı sıkıştığı zamanlarda bu odaya kapanıp dua eder, namaz kılar. etrafından dini bütün biri gibi görünmeye çalışmasına rağmen, arada bir şarap içmekten, dostlarıyla kumar oynamaktan ve karısından ayrılma nedeni olan hizmetçilere sarkıntılıktan ve dışarıda da zamparalık yapmaktan geri durmaz. anlayacağınız kötü bir dindar adam portresidir deli eniştemiz. 

romanda çamlıca tasvirleri genişçe yer almaktadır. çamlıca'daki hayat, konak hayatı, köşk hayatı bütün ayrıntılarıyla dile getirilmektedir. eski istanbul'u, çamlıca'yı, üsküdar'ı, beyoğlu'nu tanımak ve bunları abdulhak şinasi hisar'ın akıcı ve zengin türkçesinden okumak bu dünyada tadılması gereken nimetlerden bir olsa gerektir. romanı okurken, ikinci meşrutiyet'teki sosyal hayat; eski istanbul'daki konak hayatı, eğlence hayatı, ünlü yemek lokantaları, çamlıca gezmeleri, gözümüzde adeta canlanır gibi olur. 

deli eniştemizin bir diğer uzmanlık alanı da yemeklerdir. hisar, adını sanını duymadığımız yemekleri, duymayı günümüzde unuttuğumuz malzemelerle birlikte zikreder. konaktaki mutfak işlerini, konaktaki çalışanları, halayıkları, laları, kalfaları, bahçıvanı, seyisi, hizmetçileri, ahretlikleri, evlatlıkları tanıma fırsatı buluruz roman boyunca. hisar, yemek adabını, misafir ağırlama adabını, köşkte yatıya kalma durumlarını, yazlık, kışlık bahçe gezintilerini, bahçede yaşama fırsatı bulan hayvanları, kuşları, yetişen çiçekleri, ağaçları etraflıca ve acele etmeden anlatır.

çamlıca'daki deli eniştemiz hacı vamık bey, ömrünün sonuna doğru yaptığı zamparalıklardan dolayı eşi tarafından terk edilir. çok sevdiği koca köşkte artık yalnız kalmıştır. son zamanlarında kendini iyice saldığı ve köşkte kadınlı, kızlı toplantılar tertip ettiği görülür. köşk hayatı onu artık mutlu etmemektedir. deli eniştemiz, son nefesini koca köşkteki yalnız yatağında verir. 

abdulhak şinasi hisar bir önceki romanı "fahim bey ve biz"deki gibi kitabın son iki bölümünü yaşlılık ve ölüm hakkındaki düşüncelerine tahsis etmiştir. deli enişte'nin hikayesini bırakan yazar, kendi tespitlerini ve aforizma niteliğindeki sözlerini kitabına "son" olarak kurgulamıştır.

31 Ocak 2013 Perşembe

abdulhak şinasi hisar- fahim bey ve biz


"fahim" ismi aslında arapça'da olmayan bir isimdir. dolayısıyla "fahim" yanlış bir isimlendirmedir.  niye yazıyorum bunları; çünkü romanımızın baş karakteri fahim bey de neredeyse toplumda olmayan biridir de ondan. izah edeyim;

abdulhak şinasi hisar, fahim bey karakterini bir hülya adamı olarak kurgulamıştır. aksiyon adamı değildir fahim bey. teorisi güçlü ama ne yazık ki pratiği yok denecek kadar azdır. kahramanımız londra ataşeliğinde bir süre görev yapmış, çok okuyan, kültürlü ve vizyonu olan biridir. her gün düzenli olarak bir türkçe bir de fransızca gazete okumadan edemez. dünyada gelişen olaylardan günü gününe haberdardır. fahim bey'e göre dünya üzerinde olan hiçbir olay birbirinden bütünüyle bağımsız değildir. bunlara ek olarak; fahim bey'imiz inanılmaz derecede iyi niyetli (optimist), nezaketli (eski istanbul beyefendisi) ve bir o kadar da talihsizdir. 

fahim bey talihsizdir; çünkü toplum tarafından anlaşıl(a)mamak gibi büyük bir sorunu vardır. davranışlarına, sözlerine cemiyet bir anlam verememektedir. nitekim ömrünün sonunda deli damgası yemekten de  kurtulamamıştır. arkadaşları tarafından yadırganmasının sebeplerinden biri olarak; sırf memelekette olan babasını inkisar-ı hayale uğratmamak ve kendine olan güvenini boşa çıkartmamak adına istanbul'da kiraladığı 23 odalı konak sayılabilir. üstelik bu konakta yalnız yaşamakta ve kirayı da zor denkleştirmektedir. sebeplerden ikincisi olarak; devlet tarafından londra'ya  görevli olarak gittiğinde türk'ün şanını yurtdışında yüceltme adına ilk iş olarak en pahalı terzilerden, sonrasında bütün ömrü boyunca giymek zorunda kalacağı  ve  parasını yıllarca taksitlerle ödeyeceği elbiseler diktirmiş olması sayılabilir. deli damgası yemesine sebep olan son ve en büyük çılgınlık olarak da; serbest teşebbüsün yaygınlaşmaya başladığı ikinci meşrutiyet döneminde, devlet kapısındaki görevinden ayrılarak özel teşebbüs için galata'da iş yeri kiralaması sayılabilir. fahim bey, sinek avladığı bu iş yerine her gün aynı saatte gider ve sabahtan akşama kadar dışarı çıkmadan orada kalır. akşam da aynı vakitte evine döner. herkes, kapıcı dahil fahim bey'in iş yerinde uyukladığını sanır; ama işin aslı öyle değildir. fahim bey, gerçekten özel teşebbüs anlaşmaları yapıyormuşçasına hayali resmi yazılar, hayali sözleşmeler, gelir gider defterleri, kar zarar hesapları, hayali yönetim kurulları ve çalıştırdığı işçilerin listelerini sitemli olarak (aylık, yıllık) tutmaktadır. bu belgeler de fahim bey, kirasını bir kaç ay ödeyemediği için, iş yerini boşaltmak zorunda kaldığında ve utancından kendisi gidemeyip başkasını gönderdiğinde nihayet ortaya çıkmıştır. işte fahim bey'in bu son olayı toplum gözünde bardağı taşıran son olaydır.

abdulhak şinasi hisar, kendisiyle yapılmış bir röportajında "fahim bey ve biz" eserini roman olarak değil de hikaye olarak isimlendirir. hisar, eserlerini hatıralarından ve gözlemlerinden yola çıkarak oluşturduğunu söyler. 

fahim bey ve biz dönem olarak, ikinci meşrutiyet devrinde geçer. olay kurgusu hareketli değildir. 22 bölümden oluşan romanda özellikle son bölümlerde hisar, fahim bey'i anlatmayı bırakmış ve kendisinin hayat, yaşlılık ve ölümle ilgili kişisel değerlendirmelerine yer vermiştir. bu romanın teknik kusurlarından biri sayılabilir. (bu arada sözü geçmişken, hisar'ın yaşlılık ile ilgili tespitleri tekrar tekrar okunmaya değer) romanda yazar aynı zamanda anlatıcıdır da. 

abdulhak şinasi hisar'ın başarıyla kurguladığı karakteri fahim bey, toplumun tepkilerini önemsemediği, bildiğini okumaktan vazgeçmediği ve inandığı gibi yaşamayı seçtiği için yel değirmenlerine saldıran bir "don kişot", saatlere olan merakı ve düzen takıntısı nedeniyle saatleri ayarlama enstitüsündeki "hayri irdal", pratiği ve eylemi güçlü olmadığı için de bir "oblomov"sayılabilir.

abdulhak şinasi hisar'ı hem maziye, geleneğe olan özlemi, hem de kullandığı osmanlıca ağırlıklı dili nedeniyle tanpınar'a çok benzettim. hisar dile oldukça hakim ve anlatımı da tercih ettiği ağır sözcüklere rağmen, okuyucuyu yormayacak kadar akıcı.

28 Ocak 2013 Pazartesi

peyami safa- matmazel noraliya'nın koltuğu


"matmazel noraliya'nın koltuğu" uzun zamandır kendisini okumam için bana çağrıda bulunuyordu. şu ölümlü dünyada, nihayet kitabı okuma fırsatı buldum. bundan sonra artık ismi geçtiğinde söyleyecek sözlerimin olacak olması mutluluk verici. romanı, okurken çok keyif aldım. hatta biraz daha ileri giderek: peyami safa'nın okuduğum en iyi romanı diyebilirim. romanı büyük bir merakla ve zaman zaman da korkarak okuduğumu söyleyebilirim. o kadar ki, okuduğumda korkumdan sırtımı kapıya veremediğimi fark ettim. bir de kapının yarı aralık durması roman boyunca ve sonraki birkaç günde de beni tedirgin etti. bende böyle duygulara sebebiyet veren bir roman oldu; matmazel noraliya'nın koltuğu.

peyami safa, romanı 1949 yılında yazmış. yazarın son dönem eserlerinden. safa'nın dili ve anlatımı, romanın  ustalık dönemi eseri olduğunun belirtilerinden sadece ikisi. matmazel noraliya'nın koltuğu romanının peyami safa eserleri arasında hak ettiği şöhrete sahip olmadığını düşünüyorum. zira kitap, peyami safa'nın gerek işlediği sıra dışı konular ve gerekse de romanda ilk olarak denemeye çalıştığı teknikler bakımından ilgiyi ve övgüyü hak ediyor. dilerim matmazel noraliya'nın koltuğu romanı,  ilerleyen zamanlarda edebiyat camiasında ve okuyucu nezdinde hak ettiği değeri görür.

hikaye-i "noraliya" ? 
noraliya'nın asıl adı nuriyedir. annesi rum olduğu için ismi ilk başlarda söyleyememekte (nurya, nurilya, noraliye demekte) sonralarında ise bilinçli bir tavır olarak "noraliya" demektedir.

sıra dışı karakterler:

ferit: baş kahramandır. tıp'ta dört yıl okuduktan sonra, mezun olmadan felsefe'ye kaydolmuştur. bu aslında ferit'in ruh dünyasının izahı için yeterlidir. tıp'ta okurken materyalist, maddeci, tabiatçı, akılcı, pozitivist olan ferit, mutlu ol(a)madığını görünce felsefe'ye kaydolmuştur. ferit'in ihtiyacını hissettiği ve arayışta olduğu; ispiritizma, ruh, mana, duygu, metafizik, para psikoloji ve gayb'tir. altı günlüğüne kaldığı pansiyonda başından olağanüstü olaylar geçer. ferit bu süre boyunca halisünasyonlar, histeri krizleri ve baygınlıklar geçirir. sürekli kendisini kara bir köpeğin takip ettiğini ve geceleyin gelip yatağına yattığını görür. bir gece, çıplak bir kadın ferit'in odasına gelip, ferit'in boğazını sıkarak onu öldürmeye çalışır. çoğu geceler uykusunda kabuslar görür ve çığlıklarla uyanır. yolda giderken gözlerinin önünden hayaletler geçer. ferit'in deli gibi sevdiği bir kız vardır: selma. roman boyunca selma'yı sayıklar. ona kavuşmanın hayallerini kurar. ferit'in en büyük sorunu (kendi ağzından) : fantezileriyle realite arasındaki hududu bulamamaktır.

matmazel noraliya: müslüman bir baba ile hristiyan (rum) bir annenin çocuğudur. çocukluğunda babaannesi tarafından ciddi bir islami eğitime tabi tutulmuş ve noraliya, müslümanlığı özümsemiştir. roman boyunca annesiyle noraliya arasında bir din ve medeniyet krizi, çatışması vardır. anne hristiyan, noraliya müslümandır. annenin sürekli italyanca ve fransızca konuşmasına rağmen noraliya sadece türkçe karşılık verir. anne noraliya der, kız kendisine nuriye denmesini ister. matmazel noraliya bahtsızdır. (kendi ağzından): hayatı boyunca ne istediyse olmamış ne istemediyse olmuştur. sevdiği kişiye de kavuşamayınca kendisini, toplumdan soyutlar. insanlara, topluma öfkelidir. tecrit hayatı sürmeye karar verir. özel olarak yaptırdığı koltuğunda kendini  ibadete verir. gündüzleri bile perdeleri kapalı olan odada gece-gündüz kandil yanar. matmazel noraliya, zaman mefhumunu unutmak için saatlere bakmayı bırakır, odasındaki saatleri kaldırtır. 32 yıl boyunca kendini kapattığı odasından  nadiren çıkar. ömrünün sonlarına doğru olağanüstülükler göstermeye başlar. matmazel noraliya, etrafındaki hastalara, yaşlılara şifa dağıtmaya başlamıştır. o kadar ermiştir ki; saat kullanmayı bırakalı ve zamanı takip etmeyeli 32 yıl geçtiği halde öleceği günü, öncesinden saatini bile söyleyerek haber verir.


matmazel noraliya'nın koltuğu
matmazel noraliya, sevgilisi intihar edince dünyadan elini eteğini çeker ve kendini dış dünyaya kapatır. marangozdan kendi ölçülerinde bir koltuk yaptırır. konaktaki odaya kapanarak 32 yıl boyunca gece gündüz bu koltukta vaktini geçirir. bu koltuk, noraliya'nın ben'inden kaçtığı, ben'inden kurtulmaya çalıştığı koltuktur. noraliya, nihayetinde fena fillah'a ulaşır. dili de kalbi de durmadan allah'ı zikreder. geceleri çok az uyur. vaktinin çoğunu allah'ı tesbih ve ibadetle geçirir. bu koltuk, noraliya'nın menfi ben'inden, duygularından, dürtülerinden, nefsinden, arzularından kurtulduğu koltuk olmuştur. bu koltukta noraliya, ben'ini kaybetmiş; allah'ı bulmuştur.


zehra: çocukken şahit olduğu yangın sonrasında lal olmuştur. ancak doğaüstü sezgilere sahiptir. örneğin elinde sakladığın kibrit çöplerinin sayısını net olarak bilebilmektedir. bazı olayları öncesinden görüp, söyleyebilmektedir; mesela ferit'in teyzesinin bıçakla öldürüleceğini bir gün öncesinden ferit'e söylemiştir. zehra, uyurgezerdir, geceleri çıplak bir vaziyette dolaşır.

vafi bey: pansiyonun sahibidir. ferit'in başına gelen metafizik olayları, taife-i cin in işi olarak görür. çözüm olarak da ferit'e ayet- el kürsi' yi okumasını tavsiye eder. nitekim ferit'in okuduğu ayet- el kürsi çoğunlukla işe yarar. bir defasında da astım krizinde olan ferit'e "allah'ım" dedirtir ve ferit rahatlayarak, nefes almaya başlar.

peyami safa, iki bölüm olarak kurguladığı romanın ilk bölümünde modern, eğitimli, materyalist ve inançsız ferit'in bunalımlarını, çatışmalarını ve inanç krizlerini işlemiştir. ikinci bölümde ise; kafasındaki sorulara matmazel noraliya'nın konağı'nda cevap bulan ferit'in burada mutluluğu bulması ve huzura kavuşması anlatılmıştır. ferit, bu konakta ruhunu ve kalbini tatmin etmeyi öğrenmiştir. dolayısıyla romandan yola çıkarak, safa'nın maddeye karşı manayı, akla karşı ruhu, inançsızlığa karşı imanı öne çıkardığı söylenebilir. bu yönüyle "matmazel noraliya'nın koltuğu" romanı tezli bir roman sayılabilir.

12 Ocak 2013 Cumartesi

metin kaçan- ağır roman


metin kaçan, bir kaç gün önce boğaz köprüsünden atlayarak yaşamına son verdi. olay halen taze. gündemde sık yer buluyor. üniversite yıllarında okuduğum ağır roman ve fındık sekiz romanları dolayısıyla bir tanışıklığım vardı metin kaçan ismiyle. ama ne yüzünü görmüştüm ne de başından geçmiş talihsiz olaylardan haberim vardı. demek ki metin kaçan'la tanışmam için ölmesi gerekiyormuş.

metin kaçan, karikatürist, oyuncu hasan kaçan'ın kardeşi. 1995 yılında sevgilisine tecavüz ve ağır darptan ceza evinde 8 ay yattı. olayın vuku bulduğu gece esrar sigarası sardıklarından, kafalarının bin beş yüz  olduğunu ve o gece gerçekle hayalin iç içe geçtiğini söyler röportajlarında. darp olduğunu ama tecavüzün kesinlikle olmadığını söyler. mahkeme kararı da tecavüz olmadığını söyleyerek metin kaçan'ı doğrular nitekim. ceza evinde aynı anda 11 kişi tarafından şişlenir. ölümden kıl payı döner. ceza evinden çıktıktan sonrası da kolay olmaz  tabi. çevresinden dışlanır, iş bulamaz ve travmatik, zorlu bir hayat sürer. ve nihayet 2013 ocak ayında boğaz köprüsünden geçerken, bindiği ticari taksiyi durdurup, kendini köprüden boşluğa bırakarak bu ızdıraplarına son verir.

ağır roman, 1990 yılında yazılmış, yazıldığı dönemde büyük ses getirmiş bir romandır. kitap, daha sonra yönetmen mustafa altıoklar tarafından sinemaya aktarıldı. filmde gıli gıli salih'i okan bayülgen, manitası tina'yı ise müjde ar canlandırdı.

ağır roman, bir yeraltı (underground) romanı örneğidir. zira metin kaçan'ın anlattığı mekan, beyoğlu'nun arka sokaklarındaki kolera mahallesidir. yazarın çocukluğu da dolapdere'de geçtiği için bu mekanları ve kişileri büyük bir başarıyla tasvir eder. kolera mahallesinde kadın satıcıları, pezevenkler, fahişeler, travestiler, tamirci ergen çıraklar, şoparlar, bitirimler kol gezmektedir. kolera'da bir de eski mahalle kabadayıları vardır.

ağır roman'da, "argo" başroldedir. yazar kolera'da konuşulan argo'nun en ince söyleyişine bile hakimdir. metin kaçan karakterleri ustalıkla ve doğallıklarını kaybettirmeden konuşturur. bu da romana, kolera'ya ve sakinlerine inanılmaz bir sahicilik kazandırır.

ağır roman'ı okurken bir argo sözlüğü oluşturmak şarttır. kolera mahallesinde kullanılan dil kenar mahalle ve varoşların dilidir. dili en kirli ve en hoyrat kullanan, itibarı ve şöhreti en hak edendir. kolerada ne kadar güçlü olduğun, dilindeki argodan anlaşılır. ağır roman'daki bir kaç argo kullanım ve anlamları ise şöyledir:

kevaşe: fahişe
pezo: pezevenk, kadın satıcısı
manita: sevgili
şopar: çingene çocukları
gafti: kapkaç, hırsızlık
covinolar: mahalledeki gayr-ı müslimler
mitra: kadın "dost"
mazın: para, kuruş
zarbo: polis
kofti: yalan, sahte
zamalifka: erkek cinsel organı
matiz: uyuşuk, sarhoş.

ağır roman'da argonun yanında erotik bir anlatım da söz konusudur. kolera'da cinsellik, güçlülerin ulu orta yaşadıkları ve göstermekten haz duydukları bir şeydir. zayıflar ve genç ergenler ise cinsel deneyimlerini gizli, saklı ve kuytu yerlerde yaşamak zorundadırlar. ağır roman'da; eşcinsel ilişkiler, kerhane sahneleri, hayvanla ilişkiye girme ve hatta ölüyle ilişkiye girme (nekrofili) bile vardır. kolera'da erkekler de kadınlar da aldatmaya meyilli ve isteklidir. kolerada herkesin bir "dostu"nun olması vakay-ı adiye'dendir.

kolera'da insanlar kelle koltukta gezmektedir. yankesiciler, bitirimler, kapkaççılar, hırsızlar, kabadayılar arz-ı endam etmektedir. her an bıçaklama, şişleme, faça atma olayları görülebilmektedir. kolera mahallesinde erkekler güç gösterebildikleri ve meydan okuyabildikleri kadar vardırlar. kolera erkekleri, gülmeyi eksiklik ve zayıflık sayar. kolera'da merhamet edene, göz yaşı dökene kimse acımaz.

ağır roman, türk edebiyatının belki de en ilginç ilk satırlarına, giriş cümlelerine sahiptir. ağır roman'ın ilk satırı şöyle başlar: "kolera sokağının en kral kevaşesi eda, yatıştan sonra apış arasını yıkadığı suyu, hurdaya çıkmış metal artıklarından yapılma kerhanenin pencere iskeletinden şık bir figürle boşluğa saldı." böyle bir giriş bile okuyucuyu sarsmaya ve - noluyo lan ! dedirtmeye yeter.

kolera mahallesinin anayasası racon'dur, kural koyucuları, kabadayılar'dır, kolera da kanun varsa bela da vardır.

kolera mahallesinde kullanılan deyimlerden birkaçı olarak:
voli vurmak,
allah'ını kaydırmak,
askıntının allah'ı olmak,
akoz etmek,
matiz olmak  sayılabilir.

ağır roman'daki unutulmaz şahıs kadrosu ise şöyledir:
gaftici fethi, fil hamit, gıli gıli salih, tilki orhan, arap sado, orso, mimi usta, tıbı, paganini fikret, tina ve puma zehra.

romantik ve gaddar bitirim: gıli gıli salih
gıli gıli salih, kabadayılığı miras olarak arap sado'dan alır. arap sado, mahallenin hatırı sayılır delikanlısı, ağır abisidir. can vermek üzereyken - salih, koçum, namım, şanım, her şeyim senin.  diyerek kendisine varis ve veliaht olarak gıli gıli salih'i işaret eder. salih de arap sado'nun çakısını alarak bu kutsal vazifeyi kabul etmiş olur.
kolera'da herkesin bir lakabı vardır. salihe "gıli gıli" lakabının takılmasının da pek tabi, bir hikayesi vardır: mahalleye bir seri katil dadanmıştır. bu katil, geceleyin kolera'da dolaşan bir kaç kişiyi şişleyerek öldürmüştür. mahalleli, bu işi çözse çözse salih çözer demektedir. salih, nihayet uğraşları sonucu seri katli yakalar. salih, seri katilin bir kulağını kesse "gıli" lakabını alacaktır. ama salih diğer bitirimlerden farklıdır. seri katili polislere teslim etmeden evvel iki kulağını da kesmiştir. bu yüzden ona "gıli gıli" salih denmiştir. salih'e de normal bir lakab alması yakışık almaz zaten; çünkü o kolera'nın şimdiye kadar yetiştirdiği bitirimlerin en romantiği ve en gaddarıdır.

ağır roman'daki aforizmalardan, güzel söyleyişlerden örnekler sunmadan ağır roman'ı anlatmış ol(a)mam:
sakalsız ve bıyıksız bu aleme çıkmak, üstelik de yakışıklı olmak suçtu, hem de en affedilmez suçtu.
gıli beynindeki intikam düşüncesinin kontağını kapatıp olayı sakinleştirmek için el frenini kopartırcasına çekti. intikam !
kırk bin sözcük arasından yine o sıradan ve kaba cümleye esir oldu. - seni seviyorum.
hay kırk bin ustura ! hay bin beş yüz şeytan !
şut çekecekmiş gibi kaleciyi yatırıp, üç rekat namaz kıldırdıktan sonra, softaların kalecisinin solundan topu filelere gönderdi.

gıli gıli salih, sevgilisi tina tarafından aldatılmıştır. salih, tina'ya mahalleli önünde namını kurtaracak kadar bir ceza verir. ne var ki salih artık yalnızdır. ağır roman'ın sonunda gıli gıli salih esrar çekip kafasının bin beş yüz olduğu bir gün bilek damarlarını keserek hayatına son verir; çünkü "kolerada arkadaşsız yaşamak ölümdür ! '"

yazılışı üzerinden 23 yıl geçmiş olmasına rağmen yazılan türk yeraltı romanlarından hiçbiri ağır roman'nın diline ve anlatımına ulaşamamıştır. metin kaçan, ağır roman'dan sonra fındık sekiz, adalara vapur, harman kaplan kitaplarını yazmış ama hiçbiri ağır roman'ın ününe ulaşamamıştır. (bunda toplumun, yayınevlerinin, medyanın  metin kaçan'a sansür uygulamasının yanısıra metin kaçan'ın yaşadığı talihsiz olaylar sonucu psikolojisini ve benliğini toparlayamaması da etkili olmuştur denebilir)

metin kaçan, ağır roman'daki baş karakter gıli gıli salih gibi bir berberin oğlu ve aynı zamanda da çırağıdır.  ortaokul mezunudur. kimilerinin iddiasına göre ağır roman'da anlattığı kolera mahallesi gençliğini geçirdiği dolapdere'dir. bu kadar benzerlikten sonra maalesef metin kaçan, ağır roman'daki kurmaca karakter gıli gıli salih gibi kendi isteğiyle hayatına son vererek;  yarattığı kahramanın akıbetini de paylaşmıştır.

3 Ocak 2013 Perşembe

oğuz atay- günlük


günlük kitabı, rahmetli oğuz atay'ın düzenli olmasa da yedi yıl boyunca tuttuğu günlük yazılarını içeriyor. kitabın güzel tarafı yazarın el yazısının karşısına matbu harflisinin de konmuş olması. oğuz atay'ın güzel bir el yazısı var.

şahsım adına kitabı bir çırpıda okuduğumu ve okumam boyunca büyük zevk aldığımı söyleyebilirim. günlükten öğrendiklerim de cabası. günlüklerini okuduktan sonra oğuz atay'a yakınlığım daha da arttı. atay, son zamanlarında yalnızlıktan ve anlaşıl(a)mamaktan fazlasıyla şikayetçi. yazdıklarının edebiyat ortamlarında makes bulmadığını kendisi de görüyor ve soruyor da zaten "ben burdayım sevgili okur, sen nerdesin?"

atay günlüğünün ilk sayfasında, sevgilisi sevin, yurt dışına gittiğinden ve kendisi de kimseyle konuşmak istemediğinden bu defteri aldığını söyler. "bu defter kaydetsin beni. dert ortağım olsun. kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. canım insanlar! sonunda, bana, bunu da yaptınız." diye yazar.

günlük, aynı zamanda yazarın yazmayı tasarladığı romanlarının, hikayelerinin, tiyatro oyunlarının oluşturulduğu, bunlarla ilgili notların tutulduğu, teknik kurguların planlandığı bir görev de ifa ediyor. dolayısıyla okur günlüğü okurken atay'ın eserlerini oluştururken ki çalışma, yazma tekniklerini de yakından görmüş oluyor. bu yönüyle bence çok değerli. günlük bir edebiyat laboratuvarı hüvviyetinde.

günlükten yola çıkarak yazarın kimselerce anlaşılmadığına tanıklık ediyoruz. eleştirmenler yazarın yazdıklarına tepkisiz kalmaktadır. yazarın buna canı fena halde sıkılır. dönemindeki yazarları da isim vermeden eleştirir atay. basit yazdıklarından dem vurur. edebiyat camiasında cepheleşmeler, çeteleşmeler olduğunu söyler. edebiyat camiasında da tekelleşme olmuştur. köşe başlarını belli başlı kimselerin tuttuğunu, bunların istediklerini göklere çıkarttıklarını, istemediklerini ise yerin dibine batırdıklarını söyler. edebiyat eleştirmenlerinin kendi yazdıklarına kayıtsız kalmalarını ise yazdıklarını anlamamalarına bağlar.

oğuz atay, çok okuyan bir tiptir. hatta belli dönemlerde evine kapanır. bol bol roman teorisi kitapları okur. bu dönemlerde mümkün olduğunca sokağa çıkmamaya çalışır. planlı okumalar yapar. iyi bir okurdur atay. yabancı klasikleri okur. türk edebiyatından özellikle üç ismi değerli bulur. bunlar halit ziya uşaklıgil, ahmet hamdi tanpınar ve kemal tahir'dir. bu üçlünün yazdıklarıyla ayrı alakadar olur ve kafa yorar.

günlüğünde bir üçleme roman yazmak istediğini söyler atay. "devlet", "toplum" ve "birey" isimlerinde olacaktır bu üçleme. ayrıca "türkiyenin ruhu" adında bir roman da yazmaktadır. ne yazık ki bunları tamamlayamadan öldü oğuz atay. kim bilir, belki düşündüklerini yazmış olsaydı bugün çok farklı bir edebi iklimde olurdu türkiye.

1970 yılında ilk romanı tutunamayanları yazan oğuz atay, aramızdan sadece yedi yıl sonra 1977'de ayrıldı.  anlayacağınız edebiyatımızdaki oğuz atay efsanesi sadece yedi yılın mahsulü. aramızdan erken ayrılması edebiyatımız için büyük bir kayıp. ruhun şad olsun oğuz atay.

sözü yazının ustasına bırakarak bitirelim:

düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak zorunda kalıyorum. (ölümünden iki ay önce günlüğünden)

geleceğini kaybetmek, yaşanan zamanı da boşlaştırıyor. (kanserle yüzleşirken)

acıklı not: günümüzde kitapları basım rekorları kıran oğuz atay'ın, hayattayken hiçbir kitabı ikinci kez bile basılmamıştır. şimdi gel de atay(ist) olma !

2 Ocak 2013 Çarşamba

reşat nuri güntekin- yeşil gece


efendim rivayete göre atatürk, 1926 yılında reşat nuri'yi çağırır ve der ki inkılaplarımızı halk nezdinde anlatacak, benimsetecek bir roman yaz. bunun üzerine reşat nuri sipariş kitabı olan yeşil gece'yi yazmaya koyulur.

yeşil rengi sembol bir renktir romanda. bütün kokuşmuş, paslanmış, köhnemiş, islami ilimler okutulan medreseleri temsil eder. ulu kişilerin, evliyaların kabirlerinde geceleri yanan yeşil kandillerin rengidir. reşat nuri roman boyunca medreselere, medreselere mollalarına, softalara çatar durur. mollaları, softaları çıkarları peşinde koşan, yobaz, gerici, cahil adamlar takımı olarak yansıtır. medreselerde verdikleri eğitim çağdışı, işlevini çoktan yitirmiş ve tamamen dünyevi çıkar sağlamak içindir. medreselerde bir çıkar hiyerarşisi vardır. mollalar kendi aralarında toplanan gelirleri bölüşürler. ramazan aylarında köylere cer toplamak için çekirge sürüleri gibi dağılırlar. halkı yönlendirme ve galeyana getirme konusunda ustadırlar. başları sıkıştıklarında bu taktiğe başvururlar. bütün bu takımın romandaki temsilcisi hafız eyüp'tür.

reaşt nuri'nin hafız eyüb'e karşı konumladığı kahramanımız ise öğretmen şahin bey'dir. şahin bey, medresede bir dönem eğitim görmüş, medresenin iç yüzünü bilen biridir. muallim okulunu bitirdikten sonra çekilen kur'a da herkes anadolu'dan kaçıp İstanbul'u isterken, o tersini yapar. kur'ası istanbul'a çıktığı halde becayiş yaparak sarıova beldesine gitmeyi kendine bir vazife görür. şahin bey, bir dönem eğitim gördüğü medreselerden rövanş peşindedir zira.

romanda iptidai(ilkokul) okullarla medreseler öğrenci kapma yarışı içerisindedirler. mollaların beldedeki siyasiler üzerinde nüfuzları vardır. memurlar mollaları karşılarına almaktan çekinirler. şahin bey ise tahmin edildiği gibi öyle değildir. mollalarla dalaşmaktan çekinmez. halkı aydınlatmayı yaşamının tek gayesi sayar. mollaların oyunlarını tek tek bozar. şahin bey, reşat nuri'nin de himmetiyle her şeyi bilmektedir netekim.

ne var ki yazarın da desteğini arkasına alan şahin öğretmen, bu savaştan mağlup çıkar. tüm çabalarına rağmen  çıkarcı molla güruhunu yenemez. romanın sonunda ankara'ya doğru yola koyulur.

uzun lafın kısası; yeşil gece tezli bir romandır. belli bir ideolojiyi benimsetmek amacıyla kaleme alınmıştır. yeni kurulmaya başlanan ilkokulları medreselere, öğretmeni mollalara üstün kılmak  gayesiyle yazılmıştır.

1 Ocak 2013 Salı

peyami safa- arsen lüpen istanbul'da



peyami safa, gazetelerde tefrika halinde yayınlanan cingöz recai polisiye serisini server bedi imzasıyla yazmıştır. peyami safa annesi server bedia isimden esinlenerek bu imzayı kullanmıştır.

cingöz recai, peyami safa'nın para kazanmak, geçimini sağlamak için yazdığı bir nevi piyasa işiydi. safa, türk edebiyatının en meşhur polisiye serisini cingöz recai'yle yakalamıştır. zenginden ç-alıp fakire dağıtan, merhametli, zeki ve insancıl hırsız karakteri cingöz recai'dir. cingöz recai, türk edebiyatının robin hood 'udur. cingöz recai, sempatiktir. hırsızlık yapmasına rağmen okuyucuların kalbinde yer etmiştir. peyami safa'nın cingöz recai karakterini oluştururken ünlü fransız, hırsız roman karakteri arsen lüpen'den etkilendiği söylenenbilir. zira arsen lüpen, silahtan ve kandan nefret eder. çapkındır, naziktir ve ç-aldığı paraların bir kısmını fakirlere ve muhtaçlara dağıtır.

mehmet rıza ise cingöz recai'yi yakalamak için gecesini gündüzüne katan uyanık, kendinden emin ve işine aşık bir komiserdir. cingöz recai'yle başa çıkabilen tek kişidir. polis teşkilatında hatırı sayılır bir namı vardır. teşkilatın medar-ı iftiharıdır. sherlock holmes misali ipuçlarını itinayla toplar, hiç kimsenin aklına gelemeyecek akıl yürütmeleri yapar, olaylar arasında bağlantılar kurmada usta bir komiserdir. işine deli gibi aşıktır.

mehmet rıza, polis teşkilatından emekli olmasına rağmen, meşhur hırsız arsen lüpen'in istanbul'a geldiği öğrenildiğinde göreve çağrılır. mehmet rıza,  kendisine ihtiyaç duyan türk polis teşkilatını kıramaz ve arsen lüpen'i enselemek için iş başı yapar. 

roman da arsen lüpen'in yaptığı randevulu mücevher hırsızlığı, mehmet rıza'nın duvara gömülmüş olan kadının hayatını son anda kurtarması gibi heyecan verici olaylar anlatılır. bir ara mehmet rıza, cingöz recai ve arsen lüpen beraberce kötü kişilere esir olurlar. bu muhteşem üçlü burada birbirlerini daha yakından tanıma fırsatı bulur. arsen lüpen, türklerin ne kadar zeki insanlar olduklarını bu konuşmalar sayesinde kısa sürede anlar. üçlü bu esaretten işbirliği yaparak kurtulurlar.

romanın sonunda türk okuyucusunu bir sürpriz beklemektedir. cingöz recai, arsen lüpen'i kandırıp ç-aldığı bütün mücevherleri ve güzel fransız matmazel'ini de alıp kayıplara karışır. anlayacağınız bizim hırsız kahramanımız o kadar mahirdir ki arsen lüpen'e bile pabucunu ters giydirir. duygularımız okşanır ve roman bitirilir. hırsızlık bile olsa en iyisini biz yaparız di mi? e daha ne olsun !

ha unutmadan, fırlama hırsız cingöz recai tiplemesi sinemamızda da makes bulmuştur. cingöz recai karakterine rahmetli ayhan ışık başarıyla can vermiştir.

ahmet hamdi tanpınar- beş şehir



efendim tanpınar üstada devam. kitabımız beş şehir. tanpınar, kitabı üstadı, dostu ve en önemlisi de ustasına; yahya kemal'e ithaf etmiş. ilk başlarda tefrika halinde yayınladığı dört şehir'e ek olarak konya'yı da katarak kitap halinde basmıştır beş şehir'i.

kitapta sırasıyla ankara, erzurum, konya, bursa ve istanbul şehirleri yer almakta. kitap esasen bir şehrengiz. bir şehir güzellemesi. tanpınar, kitabın önsözünde kitabın yazılış gayesini açıklar: "hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ve yeniye karşı beslenen iştiyak." yazar, beş şehir kitabını çeşitli tesadüflerle bulunduğu şehirlerden hareketle yazmıştır. tanpınar, ya edebiyat öğretmenidir, ya müfettiştir veya görevli gitmiştir bu şehirlere.

kitabın en güzel tarafı bu şehirleri tanpınar'ın kaleminden okumak. zira tanpınar, şair kimliği dolayısıyla bize bir şehir tarihçisinden, turizmciden, arkeologtan, mimardan fazlasını vermekte. mazi, yaşanılan an ve ati şairin kaleminde mezc olmakta. tanpınar şehirleri tasvir ederken kendi izlenimlerinden, evliya çelebinin şehir ile ilgili anektodlarından, şehrin folklorik özelliklerinden, mimari yapılarından, musikiden, halk hikayelerinden sıklıkla yararlanır. bize de sadece tanpınar'ın yazabileceği bu müstesna şehrengizleri keyifle okumak düşer.

ankara
ankara, tanpınar'a daima dasitani ve muharib görünmüştür. tanpınar'ın muhayyilesinde ankara, millli mücadele yıllarında yeni kurulmakta olan başkent ankara'dır. ankara kalesi önemlidir. ilk yerleşim yerleri kalenin eteklerinde olmuştur. atatürk'ün ağzında sigarayla tepeye çıktığı fotograf ankara kalesi ile birlikte canlanır tanpınar'ın muhayyilesinde.
ankara'nın en mühim hadisesi ve konuşulan tek adamı mustafa kemal atatürk'tür.
hacı bayram veli, ankara bahsinde anlatılan önemli bir zattır. fatih sultan mehmed'in hocası akşemseddin, bir gece rüyasında boynuna geçirilmiş bir zincirin hacı bayram veli'nin elinde olduğunu görür. mürşidinin hacı bayram veli olacağını anlar ve yollara düşer. ankara'ya gelir. hacı bayram veli'nin dergahına intisap eder fakat iltifat görmez. akşam yemeği vakti hacı bayram veli bütün müridlerine kendi eliyle çorba dağıtır, ancak sıra akşemseddin'e geldiğinde onu atlar, çorba vermez. kalan çorbayı da dışardaki köpeklerin çanağına boşaltır. akşemseddin gider, köpeklerle birlikte çanaktan çorba içer. bunu gören hacı bayram veli akşemseddin'de kibirden zerre bulunmadığını anlar ve onu tekkesine talebe olarak kabul eder. akşemseddin daha sonra kaderin bir cilvesi olarak hacı bayram veli'nin halefi olur.
hacı bayram veli'nin insanla kainatı beraberce oluş halinde gösteren meşhur dizeleri şöyledir:

nagehan ol şara vardım, ol şarı yapılır gördüm,
ben dahi bile yapıldım, taş u toprak aresinde.


erzurum

tanpınar, erzurum lisesinde edebiyat öğretmenliği yapmıştır.
tanpınar erzurum'u ölüm şehri olarak tasvir eder. birinci dünya harbinde 60.000 olan şehir nüfusu 8.000'e kadar gerilemiştir. buna rağmen erzurum milli mücadele'ye ön ayak olmuş ve milli mücadele erzurum'dan başlamıştır.
evliya çelebi, erzurum'da gümrük katipliği yapmıştır. tanpınar, erzurum'un bir mahallesine veya semtine evliya çelebi'nin isminin verilmesi gerektiğinden bahseder.
bir zamanlar trabzon- tebriz ticaret kervan yolu nedeniyle erzurum, istanbul ve izmir gümrüğünden sonra en işlek gümrüktür.
kışlar uzun sürdüğü ve insanlar uzun kış gecelerinde kahvelerde toplanıp sohbet ettikleri için erzurum insanı hazır cevap ve nüktedandır. esprilidir. mizah duygusu gelişmiştir. erzurumlu zakir bey bunlardan biridir. ermeni nüfusunun türk nüfusundan çok olduğunu iddia eden avrupalı müfettişe ermeni mezarlarını göstererek, -nerde mezarları, bunlar ölülerini yemediler ya! diyerek hazır cevaplık örneği vermiştir.
tanpınar, atatürk'ün  erzurum lisesi'ni ziyareti sırasında kendisiyle konuşma fırsatı bulmuştur.
erzurum'da uzun kış gecelerinde battal gazi destanı, aşık kerem hikayeleri okunmaktadır.

konya
tanpınar, konya lisesi'nde edebiyat öğretmenidir.
konya, bozkırın çocuğudur. konya, insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi alemine taşır; yahut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız.
selçukluların önemli liderlerinden olan alaeddin keykubat aynı zamanda mimardır. konya kalesinin planını kendisi çizmiştir. bir ziyafette oğlu tarafından  zehirlenmiştir.
anadolu türkleri ve konya iki büyük olay arasında sıkışmıştır. haçlı seferleri ve moğol istilası. türklerin anadolu'da yerleşik hayata geç girmelerinde bu iki hadisenin önemi büyüktür.
anadolu'da alevilikle birlikte hayderilik, kalenderilik, melamilik gibi tarikatler vardır.
selçuklu mimarisinin en zengin tarafı binaların cephesidir. cephede çadır motifleri işlenir. ince minarenin cephesi tiftikten dokunmuş bir sultan çadırına benzer.
konya, mevlana- şems,  sadreddin konevi, kubbe-i hadra.
mevlana şems ile tanıştıktan sonra yanında rübabı ile gezen, her coştuğu yerde sema eden bir adam olmuştur.
mevlana şems öldükten sonra kendisine arkadaş ve sırdaş olarak çelebi selahaddin'i seçmiştir.
mevlevi tekkesinde şu sözler şiardır:

gel gel kim olursan gel
kafir de olsan yahudi veya putperest de olsan gel
dergahımız ümitsizliğin dergahı değildir
yüz defa tövbeni bozmuş olsan yine gel. 

bursa
tanpınar, şimdiye kadar gördüğü şehirler arasında "bursa kadar muayyen bir devrin malı olan bir başka şehir görmediğini" söyler.
evliya çelebi bursa'dan söz ederken "ruhaniyetli bir şehirdir" der.
keçeci fuad paşa bursa için "osmanlı tarihinin dibacesidir" tabirini kullanır.
gümüşlü, muradiye, yeşil, nilüfer hatun, geyikli baba, emir sultan, konuralp.
bursada yeşilin manası çok başkadır, o ebediyetin rahmani yüzüdür. yeşil türbe, yeşil cami der demez ölüm muhayyilemizdeki çehresini değiştirir.
bursa osmanlı devletinin kurulduğu şehirdir. kaynaktır. çınardır. osman bey şeyh edebali'nin kızı malhun hatuna tutulur. şeyh, kızını osmana vermek istemez. osman, şeyhin evinde yattığı bir gece şu rüyayı görür. şeyh edebali'nin göğsünden bir ay çıkar ve büyüyerek tam bedir halinde osman'ın koynuna girer. o zaman osman'ın göğsünden üç kıtayı dallarının arasına alan, büyük bir çınar ağacı büyür. böylece osman, imparatorluğun bütün zafer tarihini rüyasında görür. rüyayı dinleyen edebali kızını osman'a vermeye razı olur.
bursa ilk önce edirne'nin kendisine ortak olmasına, sonra istanbul'un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır. her ölen padişahın, her öldürülen şehzadenin cenazesi şehre getirildikçe bursa'nın kalbi bir kez daha burkulur. -benden uzak yaşıyorlar, ancak öldükleri zaman bana dönüyorlar. bana bundan sonra sadece onların ölümlerine ağlamak düşüyor, der.
bursa, sudan ibarettir. kara çelebizade aziz efendi bursa'ya yüzlerce çeşme yaptırmıştır. günün her vaktinde bir yerlerde durup kulağına gelen su seslerini dinlemeye bayılır.
andre gide, bursa'daki yeşili en iyi anlayan yazardır.
iklimimizde gülden sonra bayramı yapılacak tek çiçek; erguvan'dır.
kul hasan:

arı biziz, bal bizdedir,
bahçe biziz, gül bizdedir.


istanbul

beş şehir kitabında en uzun bahis istanbul bahsidir. 91 sayfa boyunca istanbul anlatılmaktadır.
tanpınar, istanbul babam için; eşi bulunmayan büyük camilerin, güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehridir, der.
beyoğlu, paris taklidi olması hasebiyle yoksulluğumuzu, üsküdar ise kendimize yeten değerlerimizi, mirasımızı sembolize eder.
istanbul yangınları yüzünden otuz, kırk senede bir yeni baştan yapılır.
eski istanbul bir terkibti. bu terkib; manalı-manasız, eski- yeni, yerli- yabancı, güzel ile çirkinin bir terkibiydi.
eski istanbul'un bayramları başka olurdu. bayram sabahı güneş bile başka türlü, adeta ruhani doğardı.
mimar sinan geldiği zaman imparatorluk mimarlığının iki problemi vardı. bunlardan biri kubbe, öteki de cephelerin düz duvar biteviyeliğiydi. sinan, ikisiyle de oynadı. kubbeyi içerden mabedin üstüne mesnetileriyle alakası görünmeyecek şekilde astı. dışardan yarım kubbe küçük gerdanlık kubbeler şeklini verdi.
mimar sinan, istanbul mimarisine  damgasını vurmuştur. mihrimah sultan camisi, rüstem paşa, piyale, kılıç ali, sokollu camileri, medreseleri, su kemerleri, türbeleri, çeşmeleri, sarayları, köşkleri, küçük mescitleri ile istanbul'u baştan başa fethetmiştir. sinan, bir ananeyi tek başına tüketen, kendinden sonra gelene pek az şey bırakan bir sanatkardır.
kanuni, baki ve sinan aynı dönemde yaşamışlardır. kanuni baki'yi boğaz gezmelerine götürürmüş. kanuni ölünce baki, kanuni mersiyesi'ni yazmış. mimar sinan ile baki tanışırlar mıydı acep?
büyük mimarlarımız daima eserlerinin yanında birkaç çınar veya serviyi eksik etmezlerdi. bilirlerdi ki toprağa emanet edilmiş bir ağaç, mahalleye, semte hatta cemiyete, bütün bir imana emanet edilmiş bir değerdir. iki ağaç türk mimarisinde, muhayyilesinde ve sanatında iz bırakmıştır: çınar ve servi.
yapmasını çok iyi bilen şark, muhafaza etmesini bilmez.
eski istanbul konaklarında sahiplerinin zenginliğine göre altmış, yetmiş cariye ve köle yaşardı. konaklar ahşaptan yapıldığı için yangınlarda kül olurlardı. konaklardaki halı, kumaş, kürk, sanat eşyası, yazma kitap, mücevherler, kısacası her yangında bir servet kaybolurdu.
istanbul'a kimliğini verenler; mimar sinan, sedefkar mehmet usta, ıtri, seyyid nuh, hafız post.
yahya kemal'in etrafında çıkarılan dergah mecmuasına; ahmet haşim, abdulhak şinasi hisar, mustafa şekip tunç, hasan ali yücel, ali mümtaz arolat, necmettin halil onan, mustafa nihat özon, nurullah ataç gibi isimler katılırlardı.
istanbul, parisi taklit ettikçe istikbalini tehlikeye atıyordu.
manzara bir ruh halidir. içinde bulunduğumuz duruma göre manzara anlam kazanır.
tıpkı kendimiz gibi, geçmiş zaman da bizdeki aksiyle tekevvün halindedir. kainatımızı nasıl kendi akislerimizle yaratırsak, maziyi de düşüncelerimizle, duygularımızla ve değer hükümlerimize göre yaratır, değiştiririz.
en büyük meselemiz budur: mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız. hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız, hepimiz hamletten keskin bir olmak veya olmamak davası içinde yaşıyoruz.
en iyisi bırakalım hatıralar içimizde konuşacakları saati kendiliklerinden seçsinler.